Makaleler

1/ Kavramlar ve Başa Çıkılamaz Çocuklar

Arz-talep ilişkisinin yetişkinlere ait derin, geniş ve uzun soluklu bir ilişki olduğu; bu kaçınılmaz ilişkide kavramların, kendi özel tanım aralıklarında, bazen sığ, bazen de çok karmaşık anlam yansımalarını sonsuzca kez ve ardı ardına doğurduğu dikkate alınırsa, bir çocuğun kendisi ve diğerleri için oluşturacağı anlam dünyasının kıyılarında gezinirken, yetişkinlere ait kavramsal problemlerle neler yaşayabileceğini iyi irdelemek gerek.

İyi irdelemek gerek, çünkü; sorunlarımızın kökeninde kavramsal paradokslarımız var; paradokslarımız ve bu paradokslardan keyifle ürettiğimiz çatışmalarımız. Çocukların, yetişkinlere ait her an çatışık, yön ve konum değiştirebilir kavramsal arz ve taleple ilgili bizimkine benzer kaygıları yok; doğaları gereği böyle kaygılarının olması da mümkün değil. Ancak biz, bize ait bu türden kaygıları, onlara ait kılmak için elimizden geleni yapıyor, elimizden gelmeyeni ise başkalarına yaptırıyoruz.

Çocukların doğalarını, onları inanılması güç yöntem ve tekniklerle kavramsal paradokslara yönelterek esnetiyor ve iki tercihli bir dayatmaya mahkûm ediyoruz.

Çocuklar, bizim bütün öğretilerimize sinmiş kavramsal yapılanmayı reddetme fırsatına sahip olmadıklarından, kavramlara yüklediğimiz anlamlara karşı iki zıt tavır takınıyorlar; ya saf dünyalarına ait anlam yansımalarını kullanarak yetişkinlere ait kavramları sıradan, bakımlı, çelik raylarından çıkarıp gizli bir savaş ilan ediyorlar ya da kavramlarımızı bizlerin yaptığı gibi kutsallaştırarak zihinlerine kopyalıyor ve aslında pek de irdelemediğimiz, ama onlara dayattığımız anlam yansımalarını taklit etmeye çalışıyorlar.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, başlangıçta ve sonraki her adımda hata yapıyoruz. Doğdukları andan itibaren, kulakları, gözleri, burunları, ağızları ve elleriyle nesnelerle ilişki kuran, nesneleri kendilerine ait bedensel ya da ruhsal tepkilerle tanımlayan çocukların, bize ait kavramlarla ilişki kurmalarına yardım etmediğimiz gibi, onların doğuştan getirdikleri özelliklerine uygun arz/sunum yeterliliğine sahip olmadığımızı da fark etmiyoruz.

Birbirimizle paylaştığımız deneyimlerin dilinde yumrulaşan paradoksal tortularımızdan biri ‘küçükken iyiler, büyüdüklerinde başa çıkılamıyor’ nakaratıdır. Özelde tanısal kopmalar yaşadığımızın en büyük göstergesi olarak da bu nakarat duruyor. Çocuklarımızın ‘başa çıkılamazlık’ zırhına bürünmelerindeki esas nedeni ıskalıyoruz.

Kavramsal kutsallaştırma mağduru çocuklarımızın ‘başa çıkılabilir’ olması, büyürken kavramlarımıza diledikleri anlam yansımalarını yükleyen, yüksek ‘men riski’ taşıyan yaş gruplarını aştıklarında da kutsal anlamlarımıza karşı sürdürdükleri gizli savaşı açığa çıkaran çocuklarımızı ‘başa çıkılamaz’ yapıyor. Sıradan, bakımlı, çelik raylarımızdan çıkarılan kavram dizgemiz çocuklarımızın saf dünyalarında ‘başa çıkılabilir’ küçük bir ayrıntıya/soruna dönüşüyor.

Sonuç, yenilmiş bizlerin aczini taşıyan koca bir çınar gibi duruyor karşımızda; kavramsal paradokslarımızı önemsemeyen ve kendi olağan şüphelerini bize dayatan Adem’le aynı yaşta ‘âsi çocuklar’.

Paradoksal diyorum, sonuçlara; başka bir şey diyemediğim için. Sorun katmanlarımızın en geç yerinde ‘başa çıkılabilir’ çocuklarımızın yetersizliği duruyor. Kutsal kavramlarımızın kutsal anlamlarında bizce, bize göre, dinginlik bulan çocuklarımızı sonraki yaşlarda ‘yetkin yetişkin olarak’ göremediğimizde bir kez daha çarpılıyoruz.

‘Başa çıkılamaz çocuklar’ ile ‘başa çıkılabilir çocuklar’ arasındaki ‘yetkinlik makası’ açıldıkça, kutsallaştırılmış kavramlarımızın ve sınırlarını daralttığımız anlamların amaçladığımız bir ‘tür’ü yetiştirmeye yetmediğini görüyoruz. ‘Başa çıkılabilir çocuklar’ yetişkinliklerinde onlara aşıladığımız paradoksal çatışmalarımızla uyuşuyor, uyumsuzlaşıyor ‘başa çıkılamaz’ oluyorlar.

Periferik kırılganlık çatık kaşlarımızın önünde dimdik duruyor; çocuklar, esnetilmiş de olsa kendi içerlek doğalarını korumaya devam ediyorlar.

Belki de doğru olan ‘başa çıkılamaz çocuklar’ ın, ‘başa çıkılmak’ gibi bir cendereye tabi tutulmaması ya da ‘başa çıkılabilir çocuklar’ üretmeye çalışmamak; kavramlar ve anlamlarla ilişkimizi, çocuğun doğal öğrenme sürecine teslim etme yürekliliğini göstermek; çocuğu arz-talep kaygılarımızla besleyip doğasını esnemeye zorlamamak.

Çok ötelere gitmeye, zirvelerden kar aşırmaya gerek yok; çocukların oyuncakları ile ilişkilerini yönetme gayretlerimiz ile onların oyuncaklara yükledikleri anlamları örtmeyelim yeterli. Oyuncaklar, kavramsal dizge haritalarımızda ileri doğru gelişecek, genişleyecek ve ilişki kurdukları her nesneyi kendi anlam örgülerine eklemleyerek kendi haritalarını oluşturacaklar.

Yani tanı, yetişkinlerin oyuncakların bütünleşik saflığına müdahale etme hastalığı; başkaca bir şey değil.

Mustafa Akdeniz, 29.01.2011




2/Algısal Travmalar/Kavramlar ve Sensörel Sorunlar; Kırmızı Tavşan Polemiği

Çok şiddetli bir beyin fırtınası ya da sert, tavizsiz bir teorik/ideolojik tartışma sonrasında tüm tarafların kendileri ile baş başa kaldıklarında yaşadıkları kesinlikle kaçınılmaz bir dönem/an/aralık vardır; özeleştiri/otokritik dönemi/anı/aralığı. İnsanın doğasına karşı çıkamadığı için kaçınamadığı – nefes almak için dudaklarını ve burun deliklerini açması kadar olağan- bu zaman aralığında taraflar, duygusal ve ideolojik reflekslerinden sıyrılarak, yaşadıkları algısal travmaları çözümlemeye çalışırlar.  Bu aralık, geç de olsa gelen -çözümleme sonuçları yeterli olmasa bile- bir dinginlik ve onarım aralığıdır.

Kaçınılmazlık insiyakî olmasa, tarafların, sensörel sorunlarla iç içe iken,  kavramlarla kurdukları doğru veya yanlış ilişkilerle ve evrensel gerçekle zıt/eş konum ve kurgularla şekillenen bilişsel örgüleri,  yaşadıkları algısal travmaların çözümlenmeye sürüklenmesine izin vermezler; muhtemel arındırıcı sürüklenmelerin önüne geçerek, tarafları  ‘aldatılmış sensörler’ ve ‘kalıcı körlükler’ düzeneğinde yaşamaya zorlarlardı.

Tarafların ‘Kafalarını dinlediği’ bu dinginlik ve onarım aralığının bir ‘uyku modu’ olmadığı çok açık. Kafalarındaki seslerin, bilişsel örgülerindeki katılaşmış, nasırlı sesler olmadığının da farkında olan tüm taraflar için, bu aralığın en belirgin özelliği insiyakî seslerin saf/katışıksız netliğidir. Tüm ayrık ve aykırı iz düşümlere rağmen bu onlara verilmiş bir fırsattır; üstelik benzersiz bir onarım fırsatı.

Kullanmak isteyen taraflar için, sensörel sorunların giderilebileceği ve bu sorunlardan kaynaklanan algısal travmaların düzeltilebileceği bu onarım fırsatının, sonsuz bir kısırdöngüden çıkış anlamına geleceği de reddedilemeyecek kadar kesindir. Kullanmak istemeyenler için ise bu fırsat, katı, nasırlı seslerin egemenliğinin süreceği, bilişsel kaos adına bir kaçış fırsatıdır. Çünkü; onarım, farkındalık oluşturur ve farkındalık, katı, nasırlı sesler için tehlikelidir.

Dinginlik ve onarım aralığının insiyakî kaçınılmazlığı, kişilerin kavramları, kavramları algılama biçimlerini ve algı sensörlerindeki bulanıklık sorunlarını irdelemek için teşekkül ettirilmiş ise – ki; başka bir şekilde düşünülmesi mümkün değildir-, beyin fırtınalarının, teorik/ideolojik tartışmaların sağlık sorunlarının giderilebileceği ve daha organik bir sistem algısının ortak bir emek-süreç sonunda ortaya çıkacağı kuşkusuz düşünülebilir.

O halde dinginlik ve onarım aralığında temel teknik analizler yapılacak, kavramların sınırlılıkları, algılanma aralıkları ve algılayanların algılama biçimlerine sinmiş bulanıklıklar irdelenerek giderilecek ve ‘kırmızı tavşan polemiği’ ortaya çıkmayacaktır. Fakat burada sorun çözücü olan, kavramlarla ilgili ontolojik kararlılıktır. İnsiyakî kaçınılmazlık, ontolojik kararlılığın kavramlar üzerindeki etkisi için, bu anlamda dinginlik ve onarım fırsatının temel varoluş nedenidir. Bilimle iştigal eden insanların uzlaşı fotoğrafları verebilmelerinin de en mümkün ve gerçeğe yakın nedeni, insiyakî kaçınılmazlıkla gelen dinginlik ve onarım aralığında yaşadıkları ontolojik kararlılık düzeyidir. Ancak yine de; her ontolojik kararlılık düzeyi, sunulan fırsatın doğru kullanıldığı anlamına gelmeyebilir. Farkındalık ,kesin olana yönelmedikçe de uzlaşı fotoğrafları, uzlaşanların karakteristik özelliklerinden yoksun kalacaktır.

Ontolojik kararlılığın insiyakî seslerle ilişkisi, kavramların ve algıların gayr-i insiyakî, daha doğrusu ihtiyarî kirlenmelerden ne kadar uzak ya da yakın olduğuyla doğrudan ilgilidir.  Her dinginlik ve onarım aralığı, mutlak fırtınalardan ve teorik/ideolojik tartışmalardan sonra tekrar dönülecek aralık olduğundan söz konusu ilişki sürekli değişkenlik gösterecek;  aralıktan her çıkışta, onarım fırsatı, arınmış, saf/katışıksız değişimlere doğru dönüşüme yarayacak ya da ilgili taraflar katı, nasırlı seslerin duyulma mesafesinin kısaltılmasına zorlanarak zayi edilecektir. Doğal olarak da uzlaşmazlık, katı, nasırlı tarafların dinginlik ve onarım aralığında kalma sürelerini de kısaltacaktır.

Ontolojik kararlılık düzeyinin insiyakî seslerin onarıma etkisi ile ortaya çıktığı dikkate alındığında, öne çıkan en temel ayrıştırıcı yasa, beş duyu ile algılanan nesnelerle ilgili kavramlaştırma aşamalarının her birinde, tüm tarafların uzlaşmak zorunda oluşlarıdır. Zaten ‘kırmızı tavşan polemiği’, bu ayrıştırıcı yasanın uygulanması ile de ortadan kalkacaktır.

Nedir ‘kırmızı tavşan polemiği’? Doğa’da ‘kırmızı tavşan’ yoktur. Ancak, beyaz bir tavşan kırmızı renge boyandığı zaman, ‘doğa’da kırmızı tavşan yoktur, denilemeyecektir. Buna karşılık, ‘doğada, doğal rengiyle bir kırmızı tavşan yoktur’, gerçeği hâlen değerini ve yerini korumaktadır. Ki; bu durum asla değişmeyecek olan bir durumdur. Beyaz tavşanın kırmızıya boyandığına şahitlik edenler için ‘ doğada, boyandığı için kırmızı görünen bir tavşan vardır’. Ne var ki; sonraki nesillerce de boyalı kırmızı tavşanın algılanıyor olması, onun varlığının doğal olup olmadığı ile ilgili tartışmaları ortadan kaldırıyor;  bunun yerine her dinginlik ve onarım aralığının dışında başka tartışmalar ortaya çıkıyor; kırmızı tavşan, kırmızı rengiyle var olduğu ve bu şekliyle algılanmaya devam ettiği için ‘doğal olarak ‘ tanımlanıyor ve tavşanın boyanmasına şahitlik etmemiş olan tüm taraflar kırmızı tavşan’ı tanımlarken ‘kırmızı tavşan polemiği’ ile ilgili teorik/ideolojik tartışmalara girmekten kurtulamıyorlar.

Kırmızı tavşan,  böylelikle sensörlerin aldatılmasına aracılık ediyor; ‘kırmızı tavşan’ kavramlaştırmasından yarar sağlayan taraflar, muhafaza etmek istedikleri polemik değeri üzerinden yeni aldatılmışlıklar üretip kalıcı körlükler oluşturmaktan vazgeçmiyorlar. İşte, dinginlik ve onarım sürecinin insiyakî kaçınılmazlığı/sesleri bu anlamda tarafların ontolojik kararlılık düzeyi üzerinde dönüştürücü bir güce sahip. Ancak ve yalnız bu bir onarım fırsatı olarak algılanmadıkça, insiyakî seslerin anlatacağı hiçbir şey olmayacaktır.

Mustafa Akdeniz, 14.02.2011